İSTANBUL’DA BİR ÖĞLEDEN SONRA… KARAKÖY’DEN TOPHANE'YE…
(Çekilen fotoğrafları yayınlayamıyoruz.)
Öğlen yemek yemedik. Acıktık, yemek molası… Yolcu Salonu’nun karşısında, kat otoparkının altındaki, İstanbul’un belki de tüm Türkiye’nin en ünlü baklavacısında damağımızı lezzetlendireceğiz.. Tatlıdan önce bi’şeyler yemeliyiz. Önce, baklavacının yanındaki ….. ….’ye giriyoruz. Soğuklardan yiyeceğiz. Vitrindeki yiyecekler aklımızı başımızdan aldı. Hani derler ya, ‘’Yeme de yanında yat’’ cinsinden… Bizi ‘’Arnavut Ciğeri’’ tavladı. Biraz ciğerin yanında tadımlıklar aldık. Ciğer pamuk gibi, ustaca pişirilmiş. Midemizde, baklavacıya bayağı geniş yer ayırdık. Masalar dolu, servis elemanları ilgili.
(Çekilen fotoğrafları yayınlayamıyoruz.)
Göz görmeyince, gönül katlanırmış. Lavabo mutfak koridorunun üstünde. Koridorun zemini yemek döküntülerinden kaygan hale gelmiş. Mutfak çalışanları telaş içinde. Hiç de temiz değil. Yediğim yiyeceklerin burada hazırlandığını düşünmek istemiyorum. Lavabo berbat. Sabun, kağıt havlu bitmiş. Burası hakkındaki tam notum birden sıfır oldu. Bir çalışana nedenini sordum, iki saatte bir temizlendiğini söyledi. Onlarca müşterinin kullandığı bu küçücük lavabo hemen kirlenir. Kısa aralıklarla temizlenmesi gerekir. Sonuçta; mutfakta ve lavaboda hijyenik temizlik yerlerde.
Aceleyle kalktık, hemen yanındaki ……… Baklavacısına girdik. Ağdalı bir dekoru var, saray misali. Tavanı çok alçak. Dekor sıkıntı veriyor. Kasanın önünde bir kargaşa, itiş kakış paramızı ödedik fişimizi aldık.
Baklava tezgahına zorlukla yaklaştık. ‘’Tatlısını burada yiyecekler karşıya’’. Yönlendirme şekline bakar mısınız? Arkadan bir ses bağıra bağıra, ‘’Kadayıf yok. Daha gelmedi’’. Sanırım müşteriye duyuruyor. Oysa biz, kadayıf ve limonata için gelmiştik. Çaresiz baklavaya yattık.
Servis elamanları robot gibiler. Yüzleri gülmüyor. Belki kalabalıktan. Anlayacağınız içeride müşteriyi bıktıran, yoran bir kargaşa var. Zorlukla limonatamızı aldık. Boş bulduğumuz bir yere çöktük.
Baklavacının televizyonlarda anlattığı gibi baklavayı yemeye çalıştım. Ters çevirip ısırdığımda kırt sesini hissetmedim, balı ağzıma yayılmadı. Malzeme güzel, temiz. Midem rahat. Baklavanın alt katmanları sert. Limonata genzimi yaktı. Bu limondan mamul limonata değil galiba. İçemedim.
Bir garip İstanbul. Bir çok yüzü var. Kat otoparkının köşesini dönünce İstanbul’un başka yüzü suratıma çarptı. Suratıma çarptı, gözüme battı, içim acıdı. Tarihi yapılar ve Galata Kulesi boğulmuş. Arada kaynamış gitmişler. İstanbul’un tam orta yerinde salaş yapılar, berbat iş hanları ahtapot gibi sarmış tarihi. Çirkin, çok çirkin.
Daha fazla canımızı sıkmadan hızla Tophane’ye doğru Kemankeş caddesine yöneliyoruz. Solumda terk edilmiş, öylece durup duran bir bina var. Belli ki, zamanında özenle yapılmış.
Hemen yolumuzun üstünde Fransız Geçidi’ne (Cıte Françaıse) uğruyoruz. Önceleri oldukça bakımsızdı. Gemi acenteleri vardı. Kapıları, sokakları, çevre kahvehaneleri iş arayan gemiciler doldurullardı. Sonra onarıldı, üstüne cam kaplamalı katlar eklendi. Fransız balkonların, burada olduğu kadar zarif olanı görülmüş değil.
Şimdi zarif kafeler, restaurantlar, küçük dükkânlar sıralanmış. Üst katlarda pırıl pırıl ofisler var. Sakin, tertemiz. Huzurlu bir yer.
Fransız Geçidi’nin hemen yanında kitaplara,
filmlere konu olmuş meşhur Galata Karakolu. Cephe işlemeleri çok güzel görüntü
veriyor. Bakımlı… Sanıyorum resterasyonlarını Sabancı’lar yapmış. Hele kapı üstü çalışma görmeye
değer.
Kılıç Ali Paşa Camii ve Külliyesi yıllarca bakımsız kalmıştı. Caminin kurşunları çalınmış, bilinmeyen değerli eşyalar kaybolmuştu. Şaşıracaksınız… Avlusu bile çalındı. İstanbul’u kendi mallarıymış gibi düzenlemeye kalkışan bir takım yetkili ve etkili kişiler avlusundan ala ala küçültmüşler. Şimdiki tramvay yolu, yakınındaki akaryakıt istasyonu külliyenin arazisine yapılmış. Cami sonraki konumuz.
Caminin yanında, külliyenin parçası olan Kılıç Ali Paşa Hamamı maalesef özel mülkiyette. Bir takım insanlar nasıl oluyor da tarihi varlıkların sahibi oluyorlar? Anlayamıyorum! Bir de şeyi anlayamıyorum! Koca ormanların ortalarında devasa siteler veya evler falan var, bu araziler nasıl oluyor da şahısların mülkiyetinde oluyor?!
Hamam, yakın zamana kadar sözde hamamdı. Berduşların barınma yeriydi. Kubbesini otlar bürümüş, yıkık, dökük perişan bir yerdi. Hem de İstanbul’un orta yerinde. Külliyenin çevresinde hiçbir mimari ve tarihi değeri olmayan salaş yerler. Aynen Galata Kulesi’nin çevresi gibi…
Bir-iki yıl önce hamamı bir turizm şirketi aldı. Çok güzel restore etti. Restorasyon mimarını tanıyorum, Cafer Bozkurt. Kesinlikle doğru düzgün işler yapmıştır. Tertemiz, pırıl pırıl olmuş. Bir çok şey ortaya çıkarılmış. Şanına yakışır hale getirilmiş.
Sokağın devamında, karşıda medrese varmış. Sonraları Çocuk Esirgeme Kurumunun çocuk yuvası olarak kullanıldı. Yapının perişanlığı çocuklara zarar vermeye başlayınca boşaltıldı. Uzun süre kaderine terk edildi. Şimdi restore ediliyor. Giderek Tophane toparlanıyor gibi. İnşallah…
Hamamın yanındaki otopark... Olmuyor, kaldırılmalı. Hatta akaryakıt istasyonu da kaldırılmalı. İstasyon Tophane’nin ortasında patlamaya hazır bomba gibi…
İletişim : gezinotlari@yandex.com.tr
Not:
Sevgili takipçilerimiz,
blog sağlayıcısında, dünya genelinde bir sorun oluştuğu için, uzun zamandır yazı ve
fotoğraflarımızı girememiştik. Şimdi geçici bir çözümle giriş yapabiliyoruz.
Özür dileriz..
Blogger Yazarı















Yorumlar
Yorum Gönder