İSTANBUL’DA BİR KÖY…
Yıllar yıllar önce gitmiştim. İlk gençliğimde… Yol
yok… Var da, patika yol… Tek atlı, dar bir at arabası anca geçer. Orada
arkadaşımın babası jandarma komutanıydı.
Biraz daha yardımcı olayım. İstanbul’un Anadolu
yakasında. Uzakmış gibi ama yakın...!
Karadeniz’e doğru bir gidin hele. Olmadı mı? Bulamadınız…
Şimdi her şey değişmiş. Dün aradaydık. Köyün
evleri birkaç kat fazlalaşmış. Pek Polanyalı göremedim. Evler butik otel,
pansiyon, restaurant olmuş. Kocaman tabelaları var. İsimler yabancı. Bu
isimlerden anladık Polenezköy’de olduğumuzu.
Haa… unutmadan… Gelirken Acarlar rezaletini
gördük. Vahşet… Ormanı bitirmişler. Hiçbir güç dur diyemedi. Nedense STK ‘lar
da sessiz kaldı. Dilerim katlettikleri orman bir gün hesabını onlardan sorar.
Benim gibi korkaklar bu lafları eder, kurtulurlar…
Bu kasvetli, karamsar fotoğraf size İstanbul’un
hangi köyünü çağrıştırıyor? Hani… öngörünüze
yardımcı olmaya çalışıyorum. Neresi olabilir?
O yıllarda yolu yoktu demiştim. Sabah Galata
Köprüsünden ilk vapura bindik. Vapur
yavaş. O iskele, bu iskele derken saat 10’da falan Beykoz’a vardık. Dört-beş
arkadaştık. Biraz kumanya aldık. Yol-iz
bilmiyoruz. Sorduk şöyle gidin dediler. Yola koyulduk. Saatler geçti,
gidiyoruz. Fundalıklar arasından, bazen iri ağaçların gölgesinde.
Bazen çeşmeye rastlıyoruz. Kana kana su içiyoruz.
Yanımızda matara yok, yedeğimize su alamıyoruz. Hava sıcak, ağzımız köpürüyor.
Köyün halkını merak ediyoruz. Hepsi Polonyalı imiş. Sanki uzaylı gibi. Bir
görelim hele, nice insanlardır. Türkçe biliyorlar mı acaba? Bizi görünce ne
yaparlar? Belki de bizden korkarlar, ha..! Ya da çevremize toplanır öğlece
bakarlar. İpucunu alınca nasıl da buldunuz. Evvet… Polenezköye gidiyorduk.
Yol bir türlü tükenmiyor. Sıkıntılı. Hiç köye
rastlamadık. Başlangıçta bir iki köy geçtik. Biri de Akbaba Köyü. Öğleden sonra
Polenezköy’e vasıl olduk. Peki..! Nasıl döneceğiz. Biz iki gün, belki de bir
hafta yerimizden kalkamayız.
Hiç kimse bizi umursamadı. Bir iki dönüp bakan
oldu, o kadar. Daha çok biz onlara merakla bakıyorduk. Hatta, rahatsız bile
oldular. Doğru karakola gittik. Karakol bir yamaçtaydı. Akşama kadar yerimizden
kalkamadık. Dönüşü nap’caz…
Çok sıcak. Beynim o günleri çağrıştırdı, yine
ağzım kurudu. O günü yeniden yaşar gibi
oldum. Polenezköyü bitirdik, Cumhuriyet Köyüne doğru gidiyoruz. Sağ tarafımız,
dere tarafı ardına ardına piknik alanları. Küçücük ağaçların gölgelediği, daha
çok şemsiyelerle gölgelenen işletmeler. Kimileri derenin ötesindeki ormana
sarkmışlar, masalar atmışlar.
Cumhuriyet Köyünü alttan geçiyoruz. Yolumuz
Ömerli’ye. Buralarda aradığımızı bulamadık.
Karakolda dinlendik. Komutan baba bizi
rahatlatmaya çalışıyor. Adamcağız haklı, aracı yok ki bizi göndersin. Aracı
olsa ne yazar… Yol yok… ‘’İniş aşağı kolay olur’’ dedi. ‘’Rahatça inersiniz…’’
Doğru, gelirken hep çıktık. Bu topografik kolaylığı düşününce rahatladık. Son
vapura yetişmeliyiz. Karadan mı gidelim? O yıllarda karadan araç yok ki…
Karakoldan çıkarken asker mataralarından emanet aldık. Yol boyu işimize
yaradılar. Susuz kalmadık. Beykoz’a inmemiz yine de kolay olmadı. Bir ara,
Akbaba yakınlarında köpeklerin saldırısına uğradık. Hayvanlar bayağı bayağı
vahşileşmişler. Kendimizi iyi savunduk. Bizi parçalayabilirlerdi.
Bırakın canım, öykümüze biraz kahramanlık katalım.
Maceramızın havası olsun.
Ömerli sapağından Şile-İstanbul yoluna girdik.
Keşke geldiğimiz yolu tersten gitseydik. Sarı kamyonların baskınına uğradık. Hiç
mi kontrol edilmez bunlar. Bütün şeritleri diledikleri gibi kullanıyorlar.
Pardon, pardon… Biz yanlış girdik. Bu yol sarı kamyon yarışlarının yapıldığı
pist galiba. Bunların arasına girmekle kendimizi ne kadar büyük tehlikeye
attığımızı şimdi anladım. Bir dahakine bu yolu kesin kullanmam.
26 Nisan 2013 Cuma
Polenezköy – İstanbul
(Fotoğraflar dün Polenezköy’de çekildi.)
İletişim : gezinotlari@yandex.com.tr









Yorumlar
Yorum Gönder