SELİMİYE KÖYÜ (Marmaris) II

BÜYÜK HAYAL KIRIKLIĞI
 
“MARMARİS'İN SESSİZ KALESİ SELİMİYE
Selimiye, tatilde "gürültülü" eğlenmeyi bekleyenler için uygun bir yer değil. Daha çok dinlenmek, sakin kafayla kendini sıfırlamak isteyenlerin beklentilerine cevap verecek gerçek bir deniz köyü...
Marmaris-Datça yolunun yaklaşık 20.kilometresinde, tepeden bakınca, dağlarla çevrili, yeşille-mavinin dostça buluştuğu doğal bir koy burası... Hem dinlenin hem billur gibi saf denizine girin.”
Hürol Dağdelen bir gezgin. 2010 yılının 1 Temmuz’unda Selimiye izlenimlerini böyle özetlemiş. Selimiye’nin tarihine dair kayıt pek yok, bulamadık. Selimiye tarihini yine gezgin Hürol Dağdelen’den alıyoruz:
“Muğla'nın Marmaris ilçesine bağlı olan Selimiye Köyü, Hisarönü Körfezi'nin incilerinden biri. Antik çağda ismi Hydas olan köy, sonraları Losta ismini taşımış. Günbatımında dağların arkasında kaybolan güneş etrafı kırmızı tonlarına boyadığı için köye "Kızılköy" de denmiş. Bozburun Yarımadası'nda Loryma Kaisareia, Kastabos, Erine, Bybossos gibi antik yerleşimlerden biri olan Hydas (Selimiye), Arkaik döneminden kalma kalıntılara sahip. Çevrede biri Selimiye'nin en yüksek tepesinde, diğeri Sarıkaya tepesinde, sonuncusu ise Kızılköy Mahallesi'ndeki Aşarkale olmak üzere üç kale kalıntısı bulunuyor.”
 
My Turkey Travel web sayfasından da Selimiye’nin tarihi hakkında  kısa bir alıntı yapalım:
"Koyun güneydoğu tarafında kalan Helenistik dönem surlarının geriye kalan bölümlerini görmek mümkündür. Kıyıdan yaklaşık olarak 100 metre açıkta Selimiye'ye doğru gelen teknelere yol göstermek için yapılmış gözetleme burcu, deniz feneri, manastır ve tiyatro bu bölgenin görülmesi gereken diğer tarihi yerlerindendir Bölgedeki batıklardan çıkarılan kalıntıları ise Bodrum Sualtı Müzesi'nde görmek mümkündür.”
Bir not da bizden; Köyün halkı Razgrad, Bulgaristan kökenli. Köy adını Osmanlı padişahı I. Selim'den almış .
 
Büyükçekmece – Silivri arasında, şimdi apartman kalabalığından bunalmış Kumburgaz… Yıllar önce İstanbulluların hafta sonları kaçış yeriydi. O yıllarda tatiller bu kadar renklenmemiş, konforlu hale gelmemişti. Tatile uzaklara gidilemiyordu. Olgunluk yaşına gelmiş İstanbullular iyi bilirler, Kumburgaz birkaç barakadan ibaretti. Barakalarda bir şeyler satılırdı. Üstü hasırlı, solmuş brandalardan yapılmış sözde lokantalar vardı. Sıcağın ve tozun içinde denize girilir, akşama kadar kebap olunurdu. Selimiye bize bu eski Kumburgaz’ı hatırlattı. Sevgili Hürol Dağdelen, sizin Selimiye’niz anılarda kalmış. Anlattığınız Selimiye, şimdi Kumburgaz’ın eski halinin biraz daha hallicesi. Sıcak, tozlu ve tıkış-tıkış…
 
Köyün çarşısı bir curcuna. Derme-çatma veya yarım kalmış yapılar. Her tatil beldesindeki gibi bağırıp-çağıran sözde lokantaların çığırtkanları…  Sağa deniz tarafına dönmek istiyoruz, sokak bariyerle araç trafiğine kapatılmış. Sokakta kapılara asılmış plastik topları olan ıvır-zıvır satan dükkânlar, salaş lokantalar, kahvehaneden bozma cafeler, bilmem kaçıncı sınıf pastanemsi dükkanlar  v.s. . Aracımızı park edip kıyıya doğru yürümek ve fotoğraf çekmek istedik, bir dolu klakson bize “hönkürdü” ve çarşıyı pas geçmek zorunda kaldık.
 
Tozlu, sıcak, dar, pis yoldan devam ettik. Berbat..! Karşılaşan araçlar birbirlerine yol vermek zorunda. Araçların kaldırdığı toz rutubetli sıcakla birleşince, soluk almak işkenceye dönüşüyor. Çevremizde yarım kalmış, sıvasız, insanların kendi kafalarına göre yaptıkları, sakil, zevksiz bir dolu yapı kalabalığı var. Oysa, öğrendiğimize göre Selimiye Köyü I.Derece Arkeolojik SİT alanı ve I. ve III.Derece Doğal SİT alanıymış.Yani Selimiye ve çevresine yasal olarak bir çivi çakmak bile imkânsız. Bu “yapıcıklar” bir gecede yerden mantar gibi bitmediler ya… Neyin karşılığında, kimler görmezden geldi?.
 
Köyün içinde sersemledik. Fotoğraf çekemedik. Biraz da bu doğa katliamını fotoğraflamak içimizden gelmedi. İki katlı upuzun, yasalara meydan okurcasına beton kütleyi oturtmuşlar. Yarım kalmış, yaz sonuna bırakmışlar. Köy içinde bunun gibileri sıkça gördük.
 
Büyük şehirlerde bile katlanamadığım, “amerikan siding” bina dış kaplaması burada da yerini almış. Bu kaplama tipi, zaten sıcak olan Selimiye’nin sıcağını katlıyor. Bir yanda sacdan yapılmış pansiyonlar, öte yandan sıkışıklık, plastik ev adeta çıldırtıyor.
 
Meyva ağaçlarının altına şantiye ofislerinde kullanılan sac barakaları dizmişler, pansiyon olarak kiraya veriyorlar. Güneş kızdırmış, sıcaklığı bize kadar geliyor. İçleri herhalde fırın gibidir.
 
 
 
Adamlar sahile arabaları park ediyorlar. Güzellik bol, hovardaca kullanıyorlar. Oteller yapılmış, hani şu pahalı otellerden. Kat yükseklikleri az. Merhamet etmişler..! Denize sıfır yapınca, denizi doldurarak yol kazanmışlar. Girişlerde bariyerler var. İşletmelerin kendi araçlarına geçiş izini var. Yayalara kıyak geçmişler, yürüyüş yapılabiliyor.
 
Lokantalar berbat. Köy havasında, kır havasında yapmışlar. Onlara göre natürel. Ve bunu avantaja çevirip ekstra paralar alıyorlar. Deniz kıyılarında balık yemiyoruz. Denizin bereketli, tüketimin az olduğu kış aylarında ucuz ucuz aldıkları balıkları  donduruyorlar, yazın müşteriye denizi göstererek “sabah geldi” deyip, taze ayaklarına fahiş fiyatlarla yazlıkçılara kakalıyorlar.
 
Köyün içinde, bir evin balkonunda gördüğümüz begonvil şaşırtacak kadar güzeldi. Renk coşkusu olağan üstü… Kırmızılar giyinmiş “vamp” bir kadın gibi, baştan çıkarıcı duruşu unutulur gibi değil. Doğrusu, bu güne dek gördüğüm en güzel çiçek… Begonvil’in ana yurdu Selçuk’ta onlarcasının fotoğrafını çektim, bu başka…
 
 
 
Selimiye Köyü,  güzelliklerinin yitmesine inatla direniyor. Bize bu köye yerleşme kararını aldıran cami ve civarı salaş güzelliğini hala koruyor. Çevresi biraz bakımla hayal ettiğim gibi olabilir. Caminin önünde, içinde minicik adası olan koy hoyratça kullanılmış. Giderek koy kirleniyor gibi. Zaten, koyların temizliği ve korunması büyükşehirlerde belediyelere geçtiğinden beri, denizlerimiz sahipsiz kaldı. Belediyelerimiz doğa ve şehircilik anlamında çok gerilerde. Merkezleri çözemezlerken, bir de koylar verildi belediyelere.
 
Açız… Datça’da sabah kahvaltısı yaptık, sonra bir bisküvi bile yemedik.
-Yiyecek ne var?
-Buyur… Adana var, Urfa var.
Be kardeşim Urfa nere, Selimiye nere…
-Yiyecek?

-Kıymalı, kaşarlı, karışık…
Mis gibi Ege zeytinyağlılarına ne oldu? Girişlerine “restaurant” yazdıkları, bu salaş yerlerin temizlikleri ve etleri bize güven vermiyor.
 
Özür diliyoruz Selimiye Köyü… Sözümüz bütünüyle seni perişan edenlere. Yazık olmuş sana… Durdurulması zor, yok edilmenin pençesine düşmüşsün. İnsanlar böyle işte… Sen onlara kucak açarken, onlar seni bu hallere sokuyorlar… Kızılderili bilge kabile şefi ne demiş?

Son ağaç kesildiğinde,
Son nehir kuruduğunda,
Son balık avlandığında,

İşte o zaman paranın yenmediğini anlayacaksınız.

Ve… çıkıyoruz Selimiye’den. Bozburun’u boş verdik.  Aynı hayal kırıklığını Bozburun’da da yaşamak istemedik.. Hızla dönüşe geçtik. Doğru Marmaris.

16 Haziran 2014 Pazartesi Selimiye’den geçtik

 

( 1. ve 12. fotoğraflar alıntıdır.)

(Devam edecek)

 

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek / DATÇA

KARŞI TARAF – İSTANBUL

EFES (Ephesos) Antik Kenti IV