KUZGUNCUK PAŞALİMANI - BOĞAZİÇİ
“Şiş kebap
güzel, raki güzel, Boğaz güzel”. Ülkemize gelen yabancı turistler İstanbul’u bu
sözlerle anlatıyorlar. Boğazın, dünyada
benzeri yok. Güzelliği dillere destan olmuş… Karadan başka güzel, denizden daha
da güzel… Sarayburnu’ndan Rumeli Feneri’ne birbirine rakip, eşsiz güzellikler
sergiliyor.
Eskiler
Boğaziçi’nin bir yanına “Rumeli”, diğer
yanına “Karşı” derlerdi. Şimdilerde, “Avrupa” ve “Anadolu” diyorlar. Galiba
“Avrupa”, “Asya” demeliyiz. Bu şehirde yaşayanlar, Avrupa ve Asya kıtalarına
geçişleri kanıksamışlar. Oysa, yabacılar Boğaza geldiklerinde iki kıtayı aynı
anda görünce şaşırıyorlar. Köprüyle veya deniz araçlarıyla geçip kıtalara ayak
basınca çok heyecanlanıyorlar. İstanbul’un, belki de dünyanın incisi
“Boğaziçi”…
Küçüksu Kasrı
Bizim
Boğaz’a eski Yunanca’da Bosphorosus deniliyormuş. Türkçe karşılığı oldukça
şaşırtıcı, “İnek Geçidi”..! İngilizler,
eski Yunanca’daki adından son iki harfi çıkarmışlar ve “Bosphorus” olarak adlandırmışlar. Biz de, coğrafi
şekli “kanal” olan bu suyoluna “Boğaz” adını koymuşuz. Haritalarda ve kayıtlardaki
adıyla “İstanbul Boğazı”… Boğazın her iki yakasına yayılmış yerleşim bölgesine de
Boğaziçi adını vermişiz.
Rumeli Hisarı
İstanbul
Limanı’nın bir tüzüğü var. Tüzük uyarınca, İstanbul Boğazı'nın kuzey sınırı
Anadolu Feneri'ni Rumeli Feneri'ne birleştiren hat; güney sınırı ise Ahırkapı
Feneri'ni Kadıköy İnciburnu Feneri'ne birleştiren hat olarak belirlenmiş. İstanbul
Boğazı'nın egemenlik hakları (Kabotaj), 20 Temmuz 1936'da imzalanan Boğazlar
Sözleşmesi ile belirlenen kurallarla Türkiye'ye verilmiş.
Kuzguncuk Vapur İskelesi
İstanbullu
Boğaziçi’ni, Üsküdar’dan başlatır. Nedense Üsküdar’ı Boğaziçi’nden ayrı
tutar..! Üsküdar, İstanbullu için, Üsküdar’dır… Biz de Boğaziçi Anadolu yakası
gezimize Paşalimanı Caddesi’nden başlayalım dedik.
Denizden Paşalimanı
Paşalimanı’nın
eski adı “Öküz Limanı”… Osmanlı döneminde Anadolu’ya gönderilecek öküzler
Rumeli yakasında Beşiktaş’tan sandallara yüklenir, Paşalimanı’nda karaya
çıkarılırmış. “Öküz Limanı” adı buradan geliyormuş. Bir diğer söylentiye göre,
saraylar daha net göründüğü için Osmanlı Paşaları Paşalimanı’nda otururlarmış. Paşalar
deniz ulaşımını da buradan sağlarlarmış. Paşalimanı’nın adı buradan geliyormuş.
Paşalimanı Caddesi
Üsküdar’dan Kuzguncuk’a
doğru giden ağaçlıklı cadde Paşalimanı Caddesi… Boğaziçi, Anadolu yakasında tam
bu noktada başlıyor. Yürüyoruz… Hava çok güzel… Ne sıcak, ne soğuk… Rahat bir
yürüyüş olacak. Keyifliyiz… Solumuz deniz, sağımız dik yamaç. Boğaz’la caddenin
arasına yalılar, bazen kocaman binalar giriyor.
SGK Binası
Deniz
tarafında bakımlı, muhteşem bir yalı. SGK’ya ait sosyal tesis olduğunu
sanıyoruz. Belki de ofis olarak kullanılıyor, tam bilmiyoruz. Caddeden 1 katlı, denizden 3 katlı… SGK
emeklisine para bulamazken..! İyi korunuyor, otoparkına girip fotoğraf
çekemiyoruz. Fotoğrafı caddeden aldık.
Eski Tekel’in Binası
Zamanında
Tekel’in “Tütün İşleme Binası” olarak yapılmış. Ben fabrika binası olduğu
zamana yetişemedim. Arada idare binası olarak da kullanılmış. Diğer değerli
devlet varlıkları gibi Özelleştirme İdaresi tarafından, maalesef “aslanlar
gibi” satılmış. Belki de, ileride bir yolunu bulup yıkabilirler. Yıkıp, yerine
yeşil alan yapalım deseler bile yüreğim razı gelmez..!
Un Fabrikası Ön Cephesi
Arabalar
geçer gider, arabadakiler farkına varmaz. Yayalar, onlar da farkına varmazlar.
Oysa orda yükselen bir tarihtir. İçi boş, harap vaziyette öyle durur.
Un Fabrikası
Farkına
varanlar, onun da komşuları gibi Tekel’in
tütün deposu sanırlar. Oysa o, 1858 ‘de III.Selim tarafından yaptırılmış
İstanbul’un ilk modern un fabrikasıdır.
Eski Tekel Depoları
Un
fabrikasının yanında bir boşluk var, sonrasında “Nemlizade Tütün Deposu”
binaları. Koca koca taş yapılar, heybetli… 1923 yılında Boğaziçi’ne komşu
olmuşlar. “İnhisarlar”ın tütün
depolarıymış. Tekelin ilk adı “İnhisarlar”… Özelleştirilmiş, yabancı sermayeli
“Tütün Rejisi”ne devredilmiş. Cumhuriyetin ikinci yılında millileştirilmiş ve
yine “İnhisarlar İdaresi” olmuş. 1946 yılında nihai adını almış, “Tekel”...
Şimdi “aslanlar gibi satılarak(!)” özelleştirilmiş. Tekel’in tütünü, alkoli,
tuzu ayrılmış, parça-pinçik olmuş…
Tekel’in
tütün depoları perişan bir haldeydi. Restore edildi. Kesme taşlar temizlendi,
taş işçiliğinin incelikleri ortaya çıktı. Pencere ahşapları ve demir
parmaklıklar uygun biçimde yenilendi. Yağmur olukları döneme uygun olarak
tasarlandı. Boğaz, yakışıklı dostlarını yeniden kazandı. Birara Tekel
Müzesi’ydi. Gezmeye fırsat olmadan, kimlikleri değişti. Kültür Bakanlığı’na
tahsis edildi.
Kültür Bakanlığı’nın Sanata Tahsis ettiği Tarihi Yapılar
Eski
eserleri korumak ve restore etmekle görevli Kültür Bakanlığı güzelim taş
binanın alnının ortasına “DT/İstanbul Devlet Tiyatrosu/Üsküdar Tekel
Sahnesi” yazıvermiş. Yapıyı korumakla
görevli Kültür Bakanlığı binayı tahrip ediyor. Yapının alnında “Tekel” yazıyor,
Tekel’den hiç iz yok..!
İstanbul Devlet Opera ve Balesi
Tütün deposu iki yapıya ayrılmış. Üsküdar
gelişinde ilk yapının kapı yanına koca metal plaka çakılmış. Acımadan… “T.C.
KÜLTÜR ve TURİZM BAKANLIĞI /DOB/ DEVLET OPERA VE BALESİ GENEL
MÜDÜRLÜĞÜ/İSTANBUL DEVLET OPERA VE BALESİ”.
Binanın kapısına yöneldik, içeriye adımımızı attık ve karşımıza bir
kadın özel güvenlikçi çıktı. “Yassah..!” Neden yasak? “Emir böyle…” Israrımız
üzerine yetkili diye genç, uzun boylu, elinde çay bardağı olan lakayt bir tip
karşımıza dikildi. “Bak abicim, burda bi’şey yok. Zaten, içerisi perişan.
Kartonpiyerler kopmuş vaziyette. Sadece prova yapılıyor. Gösteri Kadıköy
Süreyya Sahnesi’nde. Yanda tiyatrocular var, onlar daha esnek. Sen oraya git.”
Ben yan kapıya yürürken, genç tip beni “naşlamanın” rahatlığıyla çayından koca
bir yudum aldı.
Bu kapı daha iyi karşıladı. Koca koca metal
tabelaların olduğu kapı… Binada,
T.C.Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü’nün 3 birimi, Devlet
Tiyatroları Genel Müdürlüğü’nün 1 birimi yer alıyor.
İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun fuayesi
İstanbul Devlet Tiyatrosu Tekel Sahnesine girdim.
Girişi opera ve baleye göre daha bir düzgün. Resepsiyona kadar aldılar. Gerisi
“yassah”… Şu yasakçılıktan ne zaman kurtulacağız? Karşılayan güvenlikçi ve
diğerleri oldukça kibarlar. Girişin fotoğraflarını çekmemize izin verdiler.
İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun fuayesi
Göründüğü
kadarıyla resepsiyondaki ana duvarlar aynen korunmuş. Sağlamlaştırılmış ve makyajlanmış… Küçük,
derin tepe pencerelerinden gelen ışık ortama hoş bir loşluk vermiş. Pek de
güzel olmuş.
Salona
girmek yasak, biz de girişi fotoğrafladık. Güzel düzenlenmiş. Şık ve pırıl
pırıl… Bir iki kare aldık ve “İstanbul
Devlet Tiyatrosu Tekel Sahnesinden” ayrıldık.
Paşalimanı caddesinden Kuzguncuk’a yöneldik.
Boğaz
kazalarına hemen müdahale eden Kurtaran gemilerinden biri Paşalimanı’na aborda
olmuş, alesta bekliyor. Eskilerin deyişiyle “istim üstünde”.
Karşı
sahilde Çırağan… Sarayın yerinde, taa 17. yüzyılda "Kazancıoğlu
Bahçeleri" varmış. Sonrasında yalılar yapılmış, hatta bir ahşap saray bile
yapılmaya kalkışılmış. Meşhur Çırağan Sarayı’nın yapımına 1863 yılında Sultan
Abdülmecit tarafından başlanmış. Zavallı Sultan pek özendiği sarayının bittiğini
göremeden yaşamını yitirmiş. Saray 1871’de Abdülaziz tarafından tamamlanmış.
İmparatorluğun zor zamanlarında yapımına 2 milyon 500 bin Osmanlı Altını
harcanmış.
Büyük
heveslerle yapılan sarayın ömrü 38 yıl sürmüş. 20 Ocak 1910’da çatı katında
çıkan şüpheli yangınla yanıp kül olmuş. Bir iddiaya göre yangın sabotaj sonucu
çıkmış.
Sarayın
yangın sonrası kalıntıları Boğaz’ın kıyısında bir hayalet gibi bekledi.
Nihayet, 1987’de restorasyonuna başlandı ve önce fotoğrafa göre sarayın sağ yanındaki
otel hizmete girdi, 1992’de de saray bitirildi.
Yukarıda,
ufuk hattında görünen gökdelenler sarayla ne kadar tezat değil mi?
Tütün
Depolarını Kuzguncuk’a doğru bitirince taş minareli, ahşap Silahtar Abdurrahman
Ağa Camii karşımıza çıktı. Mütevazı görüntüsüyle cami boğaz kıyısına yakışmış.
Sultan III.
Mustafa’nın silahtarı Abdurrahman Ağa camiyi kendi adına yaptırmış. Özgün
planlı caminin yapımına 1765 yılında başlanmış ve inşası 1 yıl sürmüş, 1766 yılında
ibadete açılmış. Şimdilerde restorasyonu yapılan cami kapalı olduğundan içine
girilemedi.
Silahtar
Abdurrahman Ağa Camii’nin hemen yan önünde Hüseyin Avni Paşa çeşmesinin veya çeşmelerinin önündeyiz.
Bayağı görkemli bir duvar çeşmesi. Çeşmenin önüne birkaç basamakla iniliyor.
Paşa
çeşmeleri 1874 yılında yaptırmış. Mermerden yapılmış olan çeşme, son derece
hareketli bir görüntü veriyor. Geniş saçağın altında kitabe yer alıyor. Nişin
iki yanında yuvarlak sütunlar var. Sütunlardan sonra sıra sıra çeşmeler yer
alıyor. Çeşme sayısının çok tutulmasını pek anlamlandıramadık. Belki o yıllarda
burada büyük bir mahalle vardı.
Suları
akmıyor, bakımsız, pislik içinde dersek şaşırmazsınız herhalde. Üsküdar
Belediyesi bir hevesle çeşmeyi tanıtan bir tabela koymuş. O da boynunu bükmüş,
tepetaklak olmuş.
Böyle barınaklardan
çok vardır Boğaz kıyılarında. Teknelerin sığınma yeri olmalarının ötesinde, bir
başka alem yaşanır içinde. Hepsinde de salaş, gecekondumsu mekâncıklar vardır.
Bazılarında, artık denizi bırakmış çaresiz ihtiyarlar yaşarlar. Yoksulluk
olmasa ortam bayağı keyiflidir. Burası Paşalimanı…
Hüseyin Avni Paşa Köşkü
Birden
karşımıza, yamaçta yapılan hafriyat çıkıyor. Hafriyatın arkasında, tepenin
üstünde koruluk görünüyor. Bekçiye sorduk, çevre düzenlemesi yapılıyormuş. Bu
koruluğun içinde zarif, Osmanlı mirası Hüseyin Avni Paşa Köşkü vardı. Bir gün
yanıverdi? Nedense köşkün sahibi müteahhit, milletimize küfreden, iktidara
yakınlığıyla bilinen Mehmet Cengiz çıkıverdi. Neden, niçin, nasıl yandığını
size bırakıyoruz. Şimdi de, Mehmet Cengiz
çevre düzenlemesi bahanesiyle bir şeyler mi amaçlıyor acaba?
Fethipaşa
Korusu’na defalarca girdik. Girişte iki köşk var. BELTUR birinci köşkü restaurant, ikinci köşkü
kafeterya olarak işletiyor. BELTUR
İstanbul Büyükşehir Belediyesinin bir kuruluşu. Programımızda koru yok, gezmeyeceğiz, Paşalimanı caddesinden devam
ediyoruz.
Fethipaşa
Korusu’ndan sonra metruk bir çeşmeye rastladık. Birileri orasını burasını
sıvamış. Şimdi çeşme kör (susuz). Yakın zamana kadar çeşmenin suyunun var
olduğunu düşünüyoruz. Su aktığı zamanlarda çeşmede arabalar yıkanmış olabilir.
Çeşmeyi,
önüne park etmiş minibüslerin arasından tesadüfen gördük. Kaydını bulamadık. Çeşme,
çevresindeki tarihin içinde olduğuna göre, bir değere sahiptir diye
düşündük.
Kuzguncuk’a
doğru deniz tarafında köşkler, yalılar sıralanıyor. Yüksek duvarlar ihtişamlarını
gizliyor. Güvenlik için mi? Ya da zenginliği gizlemek için mi? Denizin
yanındayız, kıyıya ulaşamıyoruz..!
İstanbul’un
asil rengi aşı boya… İstanbul’u anlatan kitaplarda aşı boyalı köşkler,
konaklar, evler hep anlatılır. Hüseyin Rahmi’ler, Reşat Nuriler… Fotoğraftaki
köşkün rengi “aşı boya”… Boğaz’ın kokusu görüntüyü tamamlıyor…
Kuzguncuk,
Boğaziçi’nde bir kıyı semti. Koca Kuzguncuk’un denize cephesi 30 belki 40 metre…
İşte o kadar… Küçücük bir pencere gibi…
Kuzguncuk iskelesinde
Boğaz vapuru molada. Sefer saatini bekliyordur. Biraz sonra gerisinde köpükler bırakarak
iskeleden ayrıldı. Hiç yolcu almadan, sessizce…
Karşı
yakada, kıyıdan biraz yukarıda, ağaçların arasında, köprünün altından görünen, enine uzun bina
Şifa Yurdu… Önceden hastaneydi. Bir yıllık krallığı döneminde deliren Ürdün
Kralı Talâl 1953 yılından başlayarak 19 yıl boyunca Ortaköy'deki bu Şifa
Yurdu’nda yattı. 1972 yılında öldü.
Kuzguncuk
vapur iskelesi… İskeleye kaç vapur yanaşmıştır, kimbilir..? Kaç yolcu inip, kaç
yolcu binmiştir Boğaziçi vapurlarına..? Kuzguncuk’un devamında Kuleli Askeri
Lisesi ve tepelere doğru tırmanan orman örtüsü… Askerin elinden alındı..!
Sonrası n’olacak? Bina ve orman başka
amaçla kullanılmaz inşallah…
Boğazın
karşısında Ortaköy Camii. Asıl adı Büyük Mecidiye Camii selatin
camilerimizdendir. Neo Barok üslubunda yapılmış bu zarif camimiz, Sultan
Abdülmecid tarafından 1853’de Ermeni Mimar Nigoğos Balyan’a yaptırılmış.
Hemen yanında
kırmızımsı yapı Esma Sultan Yalısı. Günümüzde dışı camla kaplanmış, yüksek
sosyetenin düğünlerini yaptığı dört duvardan ibarettir.
Kuğu gibi
süzülen Sahil Güvenlik teknesi karemize girmiş.
Denizi,
ırmağı olan her ülkede, tip tip gezi motorları vardır. Bizimki de böyle, bize
özel… Bazıları, halk otobüsleri gibi iskeleler arası tarifeli seferler
yaparlar. Fotoğraftaki de yabancı, yerli turistlere Boğaz Turu yaptırırlar. Eminönü, Kadıköy, Beşiktaş, Ortaköy’den
kalkarlar kıyı kıyı gezinti yaptırırlar. Yeniköy’den dönerler. Bir de bangır
bangır müzik bağırtırlar.
Kuzguncuk’un
tek denize açılan penceresi bu minicik park. Yanında isim yapmış bir restaurant,
köşede kahvehane… Restaurant parkı mutfak eklentisi olarak, kahvehane de çay
bahçesi olarak kullanıyor. Masalar, tabureler atmışlar çay servisi yapıyorlar. Park
kelleşmiş, pislik içinde… Kahvehane parkın üstünden para kazanıyor, bir süpürge
atmıyor. Belediye de hiç ilgilenmiyor.
İki
ibadethane yanyana, bahçeleri bitişik. Biri Müslümanların cami, diğeri
Hıristiyanların kilisesi… Surp Krikor Lusavoriç Ermeni Kilisesi 1835 yılında
saray mimarı olan Ohannes Amira (Serveryan) tarafından yapılmış. Kilisenin hemen yanındaki Kuzguncuk Camii
1952’de yapılmış.
Artık deniz
görünmüyor. Yalılar kıyıları kapatmış. Bazen, kıyıları işgal ettikleri için
yalılara kızıyoruz. İtiraf etmek gerekir ki, yalılar Boğaz kıyılarına pek yakışıyorlar.
İnci tanesi gibiler…
Bu köşk kara
tarafında, yamaca kondurulmuş. Çok yeni,
bahçesi bile yeni yeni düzenleniyor. Zevkli… Bulunduğu yere yakışmış. Hangi
varlıklı ailenin acaba?
Boğaziçi kıyılarında,
yalılardan arta kalan, denize ulaşan dar dar koridorlar var. Bu kadarı bile,
insanlara denizi görme fırsatı veriyor. Bir de temiz olsa..! Maalesef, belediye
temizlikte sınıfta kalmış. İnsanların girişini önlemek için bir önlem gibi..
Kara
tarafında, istinat duvarının üstünde, bembeyaz bir köşk görünüyor. Bakımı yeni
yapılmış gibi. Sade, güzel, şık… Yakışmış boğazın sessiz yamacına. Diğer
yalılara göre, biraz uzaktan seyrediyor Boğaz’ı…
Parkların
rıhtımlarında balık tutanlar sıralanmışlar. Çoğu emekli. Balıkçılığı ekmek parası olarak yapıyorlar.
Boğazın sularını iyi biliyorlar. Muhabbetleri balık üzerine.
Yapıların bu
tip kaplamaları hiç hoş değil, american siding. En yakışanı ahşap. Ahşap hem
sağlıklı, hem estetik… Şemsiye de tepesinde..! Bakmayın, “kedi uzanamadığı
ciğere mundar dermiş”.
Boğaziçi’nin keyfini çıkaranlara bayılıyorum. Karı-koca balık avlamaya gelmişler. Erkek
hafta sonu tatilini hafta içinde kullanıyormuş. Her tatil günlerini
Boğaziçi’nde, sözde balık avlayarak, geçiriyorlarmış. Tabi hava güzelse… Balık falan
avlayamıyorlar. İşte, “dostlar alış-verişte görsün” misali..! Maksat Boğaz
havası almak.
Karadeniz’in ücralarında bile, fotoğraf çektiren
gelin-damada rastladım. Kuşadası’nda gelinliği ve damatlığıyla denize girerek
fotoğraf çektirenleri de gördüm. Kuzguncuk koridorunun sonuna doğru rastladım
gelin, damat ve fotoğraf ekibine…
Kuzguncuk’tan ve çevreden gelen halk kıyıdaki
parklarda soluk alabiliyorlar. Ağaçların altında, yere serdikleri örtülerin
üstünde Boğaz’ın keyfini çıkarıyorlar.
Seyyar çaycı çay keyfini halkın ayağına getirmiş. Boğaz’a karşı çayın
keyfi bir başka..!
Nakkaştepe Mezarlığı’nın hemen yanında bembeyaz
Cemil Molla Köşkü… 1.Boğaz Köprüsü’nden Anadolu yakasına geçerken aşağıda
görülen köşk. 1886 yılında Üryanizade Cemil Molla Efendi (1865-1941) tarafından
İtalyan mimar Sinyor Alberti’ye yaptırılmış. Köşk zarif görüntüsüyle Osmanlı
döneminde ilklerin köşkü olmuş. Yıldız Sarayı’ndan sonra ilk elektrik, ilk
kalorifer, ilk telefon bu köşkte olmuş. Cemil Molla Köşkü şimdi bir inşaat
şirketinin mülkiyetinde.
Üsküdar’dan başlayan; Paşalimanı, Kuzguncuk
Çarşısı Caddelerinden devam eden Kuzguncuk,
Abdullahağa Caddesiyle bitiyor.
GEZİ NOTLARI
(Hüseyin Avni Paşa Köşkünün fotoğrafı alıntıdır.)

Yorumlar
Yorum Gönder